Yılın son günlerinde insan ister istemez yaşanan bir yılın muhasebesine girişiyor. Hesaplaştığım konu, çocukluğumdan kırk yedi yaşıma kadar oramdan buramdan çekiştiren şeylerden çok, bu yıl mutlu olduğum anların fotoğraflarına yüzümde bir tebessümle bakıyor oluşum. Çünkü beni çekiştiren şeylerin, karanlık anıların artık muğlak ve sessiz çabalarının yersiz ve zamansız bir şekilde beni etkilemelerinin giderek önemsizleşmesini anlamak çok önemli. Hemen bu yılın en yakın zamanda en mutlu anı geliyor gözümün önüne. İş arkadaşlarımla Gemlik’te yaptığımız hafta sonu kampı bu. Kampa hevesle katılıp zorunlu görevimizi yerine getirip ertesi gün kamptan kaçışımız, kendimizi yeniden üniversite öğrencisi gidip hissedişimiz… Mudanya sahilinde sup board yapıp sonra kahkahalara boğulduğumuz o akşam yemeği… Aslında tüm çabamız o Mudanya akşamı gibi anların sayısını çoğaltmak olmalı. Bizi oğrenmekten, düşünmekten, hayattaki durumlara karşi farklı bakış açıları geliştirmekten, daha çok sevmekten, daha nazik olmaktan, daha çok öğrenmekten sistematik bir şekilde uzaklaştırmaya çalışan bu çağa direnme gücünü günlük haberlerle ve siyasetle heba etmenin kimseye faydasi yok. Bizi eksik bırakan, öfkelendiren, gücümüzü ve inancımızı sömüren kişileri ve durumları olduğu yerde bazen olduğu haliyle bırakıp uzaklaşmak en iyisi. Bunu yapabilmek için enerjimizi idareli kullanalım lütfen.

***

Güzel anların sayısını çoğaltmak dışında bir tedavi yöntemi de yok. Gözlerimi kapayıp bu yılı bir film şeridi yapiyorum:

İlk başta bu yıl sayılardan ve yaşımdan bağımsız ilk defa yaşlandığımı düşündüm. Biraz daha düşündüğümde aslında bunun yaşlanmak değil yorulmak olduğunu fark ettim. Bu da çok olağan bir şey değil miydi? Yılın toplumsal olayları, hır gürü, günlük yorgunluk veren işleri, ergenliğe girmeye çalışan iki çocuğu büyütüyor olmak ve çoğunlukla bir başına olmak… Yoruyor haliyle.

Mevsim kıştı ve Leylalarla Roma’ya gidişimiz, önceki yıl Roma’ya ilk gidişimde Trevi Çeşmesine cebimdeki tüm bozuklari atarken ‘allahım lütfen Roma’ya daha çok geleyim’ demiştim. Bir dileğin bu kadar hızlı geçekleşmesi şaşkınlığı ile yağmur altinda deliler gibi sokaklarda yürümek çok büyük bir lütuftu.

Mevsim yazdı ve çocukları alıp Nurhan’la Midilli’ye gitmiştik. Ortak dertlerimiz ve ayrışan dertlerimizle geçirdiğimiz doyumsuz beş gün. Güzel bir deniz, sıcak hava ve güzel yemekler. Çok yeterli değil mi bu dünyadan kam almak için. Yılın en güzel mevsiminde çocuklar denizde kaygısız ve neşeyle bağrışıyor, anne çişimi denize yapıyorum diyor Asude, Ferzan’a su fışkırtıyor ve saatlerce denizden çıkmıyor. Şezlongda uzanıp bir kitap okuyorum, bir sağa bir sola dönerek, bronzlaşacak daha neresi kaldı diyerek. Kalkıyorum restorana doğru gidip buz gibi bir kokteylle biraz daha keyfimi artırıyorum, çocuklar koşuyor, Nurhan geliyor, patates kızartması, bolca limonata… Yanık cildimizle adanın kuzeyine doğru bol virajlı bir yol.. Molivos’a tırmanış ve dondurma. Ferzan sürekli Nurhan teyzesini darlıyor. Yandan sohbetlerini dinlemek çok sevindiriyor beni. Sevdiğim insanlarla çocuklarımın iyi anlaşması nasıl büyük bir mutluluk.

Hala yaz.. işi iki aylığına askıya aldığımız ve bol bol uyuyup, bol bol okuduğumuz verimli bir yaz. Daha sonraki haftalarda arkadaşımla Halkidiki’nin cam gibi sularında denize doyduğumuz, bayıldığım Yunan yemeklerinden kilo aldığımızı dert etmediğimiz günler. Ama en çok merak ettiğim Corfu’ya gidiyoruz. Lawrence Durrell’ın Corfu’sunu çok merak ediyorum yıllardır. Bir Yunan adasından çok İtalya’dayım sanki. Ama istediğim kadar Durrell Corfu’sunu hissedemiyorum. Ama kendi Corfu’m daha güzel. Gün batımındaki renkler, kaleyi gezdikten sonra kendimizi küçücük bir koydan hızlıca denize atışımız… Suyun ve sıcağın verdiği mahmurlukla serin odada öğlen uykusu…

Corfu

Bu yıl 42 kitap okumuşum. Biraz çaba sarf etmem gerekiyor kitap okumak için. Her zaman olduğu gibi buna değiyor. Kendimi biraz daha aydınlanmış, kendi içime başka gözlerden bakmaya başlamış görüyorum. Kairos, Kent ve Köpekler, Mektupların Romanı, Montana Hastalığı, Bir Dinozorun Anıları ve Gezileri ilk aklıma gelen en çok sevdiklerim…

Dün akşam uykum kaçınca Dip Akıntıları’na başlıyorum. Berlin’i anlatıyor. Yazar Berlin’deki evinin penceresinden gördüğü yerlerin tarihini anlatıyor. Tiergarten’i, Landwehr Kanalı’nı. Devamını merakla bekliyorum. Hemen geçen haziranda Ferzan’ın sınav çıkışı kendimizi attığımız ve deli gibi yürüdüğümüz Berlin’i hatırlıyorum. Üçümüzün birden çok mutlu olduğu ne güzel bir tatildi.

* Bir Waimer şarkısı. Kanalda yüzen ceset Rosa Luksemburg’a ait. (Dip Akıntıları)

Bu yıl bir de hayatımıza plakları dahil ettik, gidip gidip ikinci el klasik müzik plakları buluyoruz. En çok da Rahmaninov dinlemeyi seviyoruz. Birinci konçertosu başarısız olunca bu ikinciyi bestelemiş, hayal kırıklığıyla karışık yaptığı için bu kadar acıklı bir müzik diyor canım Ferzan. Uzun uzun tekrar tekrar dinliyoruz. Asude’yle bol bol Alphaville, Tame İmpala; Farzan’la klasik müzik. Geçen gün beş plaklık bir Teleman seti bulduk. Mutluluğumuz büyük.

Merve ile her zaman oldugu gibi konser biletleri almışız, geçen yaz cok güzel bir sey oluyor ve yıllardır cok sevdiklerim ayni festivale geliyor: Air ve Slowdive. Üzerinden kaç ay geçti hala arada bir gözlerimi kapatıp sahnedeki Slowdive’ı dinliyorum içimden.

Böyle böyle geçiyor işte. Güzelliklerin sayısını artırma gücü ve enerjisi istiyorum her gün ve her yeni yılda.

Yorum bırakın