Message to Bears
son bir haftadır uyandığımda sol kulağım duymuyor. bir tıkanıklık, bir ağırlık hissediyorum. doktora gittim, çok anlamlı şeyler söylemedi. antibiyotik, ağrı kesici, sprey verdi. bu ilaçları kullanmayacağım, özellikle de antibiyotiği. ezberden vermiş gibi geldi çünkü bana. hastaneden çıkarken emre, woody allen’a ait bir sözü söyledi. “doktora gitmelisiniz, çünkü doktorların yaşaması gerek, ilaçları almalısnız çünkü eczacıların yaşaması gerek, ilaçları içmemelisiniz çünkü sizin yaşamanız gerek.” bu sabah da arkadaşım neriman, geçmişten sesler var kulağına gelen, onları duymak istemiyorsun dedi. açıkçası doktorun söylediğinden daha anlamlı buldum. son zamanlarda özellikle annem-babam-çocukluğumla ilgili o kadar çok ses geliyor ki kulağıma. iyi ya da kötü hiçbirini duymak istemiyorum. hatta iyi olanları beni daha çok üzüyor. bazen aldous huxley’in ada romanındaki gibi bir aile düzeni istiyorum. insanlar birbirini bu kadar aile olmak için zorlamasa eminim aile içi ilişkiler daha sağlıklı olacak, aile bireyleri birbirlerini daha çok sevecek ve saygı duyacak. ama hep kafamıza vura vura çok ideal bir aile yapımız odluğu doğuştan itibaren hepimize kabul ettirildiğinden aksini söylememiz hatta düşünmemiz çok zor. sorunlarla yaşamak toplum olarak daha çok hoşumuza gidiyor sanırım.esasında bunları anlatacak değildim. bursa’ya deli gibi yağan kardan ve ne kadar üşüdüğümden mevzu açacaktım. bu havanın en güzel müziklerini message to bears’ın yaptığını, düşünürken dinlenebilecek en güzel albümlerden birinin “folding leaves” olduğunu söyleyecektim, kısaca. yine konuşma isteğim galip geldi ve konu dağıldı.message to bears tek kişilik bir grup. tek kişilik grupları seviyorum, beirut gibi. jerome alexander’ın keman, gitar, piyano çaldığı grubun son ve üçüncü albümü henüz yayınlandı. şu an en anlamlı şarkı da “everything was covered in snow” sanırım.
daylight goodbye
mountains
everything was covered in snow
28 Şubat 2012
Patrick Wolf
bir iki gündür eskiden daha güzel yazıyordum şimdi yazı da yazamıyorum diye üzülüyorum. aslında daha güzel yazıyordum biraz fazla oldu. daha kolay yazıyordum demeliyim. yazı kendiliğinden kafamın içinde beliriyor, sonra kelimelere cümlelere doğru tecessüm ediyordu. şimdi klavyeyi elime alıyor, evirip çeviriyor, bir iki cümle yazıp siliyorum. burda yazmışsam müzisyen yahut grup hakkında wikipedia-vari bilgiler vermek, tumblr’da yazmışsam gündelik meselelere ve insanlara sinirimi püskürtmek gibi aynı düzlemde ilerlediğimi görüyorum. bu da bana bir kıstırılmışlık hissi veriyor.bugün aylar sonra yan komşuyu gördüm. “eski halini hatırladım. özgürlüğün elinden alınmış gibi hissediyor musun?” dedi. kem küm yok mok ettim. ama kız doğru söyledi. sabah uyan daha doğrusu bebekle uyandırıl. sonra aşağı in bilgisayarı aç, çay suyu koy, kahvaltı hazırla, önce bebeği besle, sonra kahvaltı yap, sonra bir film aç, film geride aksın, sen mutfakla, bebekle, çamaşırla, ütüyle..vs.ile ilgilen.sanırım bundan sonra sinemada kesintisiz film izleyemez olacağım, sıkılacağım belki..akşam olduğunda sırtında, kollarında iyice yerleşmiş bir ağrı ile yatağa uzan, kitap aç, oku, oku, uyyakal..insan evde oturdukça dışarı çıkmak, dışarıdaki hayata maruz kalmak istemiyor. soğuktan, yağmurdan, kardan, insanlardan, gürültüden, çöpten can siperane savunduğu, durmadan duvarlarını kalınlaştırdığı bir kale oluyor ev giderek..karşımda duran ve her gün biraz daha flulaşan ekran dünyaya baktığım tek pencere oluyor. müzik dinleyerek şu beş metrekarelik alan bir vahaya dönüşebiliyor. ve kafamda dönen sıkkınlık cümleleri ferzan bebeğin kıkırdamalarıyla birlikte silinip gidiyor. canına yandığım ev gibisi yok diyorum sonunda da.patrick wolf de yeni ep’si brumalia ile arz-ı endam ediyor bu aralar. ben de dinleyip duruyorum. sesi ve şarkıları bana eskilerden, seksenlerden bir şeyler çağrıştırıyor hep. halbuki gayet genç. yirmi yaşında çıkarttığı ilk albümden sonra en büyük başarıyı the bachelor ile kazanıp ardından lupercalia ile perçinledi bunu.
bitten
together
trust
27 Ocak 2012
Madredeus
lizbon’dan çıkma ne kadar çok sevdiğimiz şey var. pessoa, saramago, mariza, amalia rodrigues…madredeus da dinlediğim ilk günden beri sevdiğim lizbonlu bir grup. rodrigo leao ve pedro ayres magalhaes tarafından 1985 yılında kurulan gruba teresa salgueiro 1987′de dahil olur. en sevdiğimiz madredeus şarkılarının sesidir. şimdi tek başına albüm yapıyor. ve 2007 yılında gruptan ayrıldı. ondan çok önce rodrigo leao da gruptan ayrılmıştı. daha önceki postların birinde ondan da bahsetmiştim. bildiğim kadarıyla geçenlerde de bir konser verdi türkiye’de rodrigo leao. asıl güzel haber ise 26 nisan’da madredeus’un vereceği konser. ben açıkçası grubun a banda cosmica ile birlikte albüm yapmaya balşadıktan sonra dağıldığını düşünüyordum. ama yeni bir vokalle yoluna devam ediyormuş madredeus. benim bildiğim en son albümleri a nova aurora idi. şimdilerde yeni bir albüm hazırlığında oldukları haberini okudum. bakalım belki konserlerine de gitmek mümkün olur. e tabi teresa salgueiro hayranı olunca biraz mesafeli bakıyor insan. fado seven madredeus’u da seviyor tartışmasız.
o pastor
ne meu jardim
ceu da mouraria
a nova aurora
23 Ocak 2012
The Balanescu Quartet
bir haftadır sürekli eski siyah beyaz filmleri izliyorum. kırklı ellili yıllar.. şu an aynı film çekilse çok da ilgi çekmeyecek konular, klişe femme fatale örnekleri, komik öpüşme sahneleri filan..buna rağmen ilk örnekleri oluşturdukları için gayet orijinal ve seyredilesi geliyor insana. bu filmleri izlerken o güzel kadınların, adamların artık yaşamadığını düşünmek, o şehirlerin artık o günkünden çok çok farklı olduğunu bilmek beni üzüyor. sanırım bu da son dönemde içine düştüğüm ölüm korkusunun garip şekilde tezahürü. ölümden korkmaya başlamak iyiye delalet değil, biliyorum. bazen müzik dinlerken de aynı duyguya kapılıyorum. hatta blog yazarken. bunlar kalacak ama ben ve şu an tanıdığım herkes ölecek diyorum. halbuki başlangıcı güzel olan şeylerin bitişi her zaman kötü olmaz, belki ölüm güzel bir bitiş olacak. belli değil. belki asıl sorun belirsizlikte.bu işin ucunu kaçırmak tahrip edici olabiliyor. o yüzden atalarımızın bin yıllardır yaptığını yapmalı. ölüm düşüncesini hafifletmek, ötelemek için kendimizi sanata vermeli, güzel sesler, müzikler dinlemeli.. çünkü müzik en kolay ulaşılır, en etkili sanat bence.tüm bu sebeplerden anlatmak istediklerimi gayet düz söylemek istiyorum. mesela alexander balanescu için romanyalı keman çalgıcısı demek istiyorum. dört kişilik bir grupla çeşitli yaylılarla müzik çalıyor. en sevdikleri şey de kraftwerk’in popüler şarkılarını cover’lamak. possessed, luminitza ve romanyalı folk şarkıcısı maria tanase’nin şarkılarını yeniden düzenledikleri maria t albümlerinden parçalar mevcut.cover’lamak derken, şarkı kelimesini buradaki müzikler için kullanırken her seferinde istisnasız bir rahatsızlık hissediyor. ama yerlerine gelecek daha iyi şeyler bulamadığımdan öyle bırakıyorum.
the model (kraftwerk)
pocket calculator (kraftwerk)
aria (maria tanase)
wine’s so good (maria tanase)
still with me
19 Aralık 2011
Feist
bir döneme the reminder ve let it die albümleriyle damgasını vuran feist hanım uzunca bir süre ortalarda gözükmedi. o süreçte müziğe elini sürmediğini domates filan yetiştirdiğini söylüyor. nedir bu domateslerin modern insandan çektiği? her kafasını dinlemek isteyen taşraya kaçıp kendini domatese vuruyor. kınadığım yahut tahkir ettiğim sanılmasın, bir dönem ben de yaptım bunu. sonuç olarak domatesler kızaramadan toprağa karıştı yahut yenecek hali kalmadı. her neyse..feist denince gatekeeper, let it die, train song, inside and out gelir aklıma. how come you never go there onlardan aşağı kalmayacak gibi, bakalım..albüm kapağı fotoğrafını da ayrıca çok beğendim.
how come you never go there
graveyard
get it wrong, get it right
27 Kasım 2011
Rome
filmsiz bir soundtrack albüm olarak rome, muhteşem insan danger mouse’un yeni projesi. ben henüz haberdar oldum. yeni bir karar olarak da pitchfork’ü düzenli takip etmeyi kendime görev bildim. neyse efendim ben bayramın geldiğinden bile son anda haberdar olmuş bir zat-ı şahaneyim. dört başı mamur ev hanımlığı mı, tam gün annelik mi, mesleğim her neyse onu icra ederiken 35 metrekare salonda kaybolup gidiyorum her gün. sabah altı oluyor, sonra bir bakıyorum akşam altı olmuş. her konuyu döndürüp dolaştırıp kendime getirmesem olmuyor. danger mouse arada kaynıyor ama kaynamasın. çok seviyoruz, kapıyı gıcırdatsa, oradan üç kilo domates tart dese bayıla bayıla dinleyeceğiz hiç mübalağasız.rome harika bir albüm. dinlerken rome adlı bir film çıktı da yine benim mi haberim olmadı diyorsunuz. ama ortada film filan yok. müzikleri var. belki biri çıkar bu müziklerin üstüne bir de film yapar. albüm döne döne, dura dura dinlenecek türden. italyan müzisyen daniele luppi ile birlikte yapmışlar, şarkılara jack white ve norah jones eşlik ediyor.bir de norah jones’u albüm fotoğraflarında tanıyamadım, ne kadar değişmiş.
the rose with a broken neck
the world
season’s tree
two against one
black
13 Kasım 2011
Ane Brun
en son yazının üstünden iki aydan fazla geçmiş. nasıl geçtiğini anlamadığımız bir iki ay bizim için. bebek doğdu sonunda. günlerimiz onun etrafında geçiyor, dışarı çıkmak, yemek yemek, dolaşmak, alış veriş yapmak, uyumak, aklınıza gelebilecek herşey onun müsaade ettiği şekilde yapılmak zorunda. böyle bir tahakkümü kabullenmek ilk başlarda çok zor geliyor insana. ama bebeğin yüzüne baktığınızda düşündüğünüz herşeyi birden unutuveriyorsunuz. yapacak bir iş yoksa bile onu seyrediyorsunuz dakikalarca. yine de hamilelikten daha güzel ve rahat. klasik yeni anne baba şeyleri işte bizimkisi. alışıyoruz birbirimize.her neyse.bebekleri rahatsız etmeyecek müzikler diye yeni bir kategori açmam gerek sanırım. çünkü bebek doğalı dinlediklerim o tür müzikler. son günlerde mesela ane brun dinliyorum. norveç’ten çıkmış en güzel şeylerden biri kendisi. duets albümünü pek severim ben. hem o albümden hem de changing of the seasons albümünden bir kaç şarkı aşağıda. unutmadan 25 kasım’da iksv salon’da konseri olacak, gidebilenler kaçırmasın.bu arada cümlelerim hatalı olabilir, bu postu yazarken araya bir alt değiştirme, bir giysi değiştirme, üç beş pış pış girdi. hoş görün.
lift me (feat. madrugada)
little lights (feat. syd matters)
love and misery (feat. tobias fröberg)
the puzzle
changing of the season
31 Temmuz 2011
Max Richter
iyi şeyleri geciktirmemek lazım. max richter dinlemek ve bunu paylaşmak da bunlardan biri. hele ki hava ısınmamakta ısrar ediyor, yağmurlar deli gibi yağıyor ve hava her gün ayrı bir karanlık oluyorsa.okuldan eve gelince bir başka sürekli geciktirdiğim şeyi yaptım. perdeleri ütüleyip astım. yok asıl söyleyeceğim bu değil tabi ki. onu da yaptım da asıl pianolu müzikler listesi yaptım bebekle dinlemek için. bebek doğunca da piano dinlesin, piano çalsın kımıl kımıl istiyorum. ha eğer çalsa pianoyu, bunun ne kadarı anne karnında ve bebeklikte dinlemiş olmaktan kaynaklanacak belli değil. bebekle ilgili her şey ne kadar göreceli ve muğlak. insan olmasından kaynaklanıyor herhalde. neyse, listenin başına max richter’i koydum. bu havada dinlenecek en güzel şeylerden. ama bazılarının içini sıkabilir. napalım çok da eğlenceli değil hayatımız zaten.sonra bazı sorunlar oluyor insanın içini sıkan, onları anlatınca birine sanki başkasının üstünde görüp de hevesinin kaçtığı bir kazak gibi algılamaya başlıyorsun. ya da anlattıktan sonra o artık eskisi kadar içini sıkmıyor, halbuki konu aynı şekilde sorunluğunu sürdürüyor ama senin algın garip bir hal alıyor da hafifliyorsun. işte hayat bu aralar biraz iç sıkıcı biraz güzel biraz garip, havalar gibi. insan da bir garip. dünyada yaşayabilmek için onca sıkıntı çekip de mevsimleri dert etmek komik. işin bahanesi oluyor belki de. geveze günümdeyim. ve max richter’in en sevdiğim şeylerini burada ilan etmekte bir beis görmüyorum.
ocean house mirror
dinner and the ship of dreams
on the nature of daylight
last days
vladimir’s blues
19 Nisan 2011
Devotchka
bir döneme little miss sunshine filmindeki müzikler ve bilhassa how it ends’le damgasını vuran devotchka’dan yeni albüm. ay o bir dönemler de neydi allahını seversen? sürekli üzüntüler, olaylar, tragedyalar filan. şimdi ne güzel halbuki. işten eve geldiğimde, ben bu sabah çizme alma isteğiyle uyandım, deyip alış verişe gitmeler. çok hazzetmediğim halde bursa şehrinde bir etkinliğimiz olsuna kitap fuarına gitmeler, bebek kıyafeti alalım da konuya motive olalım demeler ama yine de hiçbir şey almamalar.. geçmişe ancak şarkılarla gidiyorum ve genellikle de gittiğim yerde fazla kalmıyorum. zira beni sıkıyor. zira geçmiş beni hep sıkar. sürekli eskilerden bahseden insanları da anlamam. ne varsa şimdi de var. mesela devotchka var, 100 other lovers albümüyle kulaklarımızı şenlendiriyor bu aralar.
the alley
100 other lovers
all the sand in all the sea
8 Mart 2011
Magnolia
yıllar evvel nasıl bulduğumu şimdi hatırlamadığım bir radyo bulmuştum internette. lhasa de sela’yı, carla bruni’yi orada tanımıştım. bunların dışında bulduğum en güzel şeylerden biri de magnolia ve mexico city idi. hala dinlerim, bıkmam. aklıma geldi bugün, bakındım biraz, sanırım mart iki bin yedideki albüm dışında albümü olmamış, zaten hakkında çok fazla bilgi de bulunmuyor. quebec eşrafından iki kişilik bir grup olmaları ve solistinin lhasa de sela’nın yanında çello çalması dışında. last fm’de aradığınızda da karşınıza 12 çeşit magnolia çıkartıyor. her neyse.radyoyu merak ederseniz eğer o da şöyle: audiogram
mexico city
mes avances
la lune a ton visage
3 Ocak 2011
Papercut
halin nasıl diyenlere iki buçuk aydır aynı şeyleri söylüyorum. her gün aynı vakitlerde aynı şeyleri neredeyse aynı şekilde yaşadığımdan. iki hafta sonrasına sakladım tüm ümitlerimi, iyilik cümlelerini, ama bilmiyorum. zor bir süreç, en azından bana çok zor geldi. (erkan oğur dinleyip bir down-tempo albümüyle ilgili post yazmak ne kadar alakasız değil mi? şu an böyle yapıyorum işte.)okulda birinci dönem bitmek üzere, dersine sadece iki defa girdiğim sınıflar var, on yıllık öğretmenliğin en garip yılını geçiriyorum sanırım. kısa sürede bir sürü şeyi anlatmam, ikişer üçer yazılı yapmam, notlar vermem gerek. aslına bakılırsa eğitim öğretim süresinin gereksiz yere uzatıldığını bu sene iyice görmüş oldum. sekiz ay cumhuriyet dönemi türk edebiyatı anlatmak için ne kadar da gereksiz. ve bir de şu var ki en sevdiğim şairler, garipçiler, ikinci yeniler, toplumcular bilmemneler bu dönemde toplanmış olmasına rağmen ben onları bir başkasına anlatmaktan hiç hazzetmiyorum, düşün ki cahit zarifoğlu bile var. ama olmuyor. bunlar olsa da ben barmen garson resepsiyonist olacağım olmasa da diyen bir topluluğa nasıl olur sezai karakoç anlatırsın. gerek yok.açıkçası anlatacak bir şeyim yok ve böyle şeyler geveliyorum, ya da anlatmaya değer bulmuyorum, ya da hakkaten insanlarla paylaşacak bir şeyim yok. ne güzel.papercut isimli bir kaç grup var(mış). burada dinleyeceğiniz atina’dan. down-tempo olsun bizim olsun diyenlerdenseniz papercut size göre. ben sevdim.
my melody
a dream
ocean of sound
8 Ocak 2011
Spokane
hani kafamızda dizili sahneler, fotoğraf kareleri vardır da bazı şeyleri sırf o karede yahut o sahnede güzel duruyordu diye yaparız. geçen gün endişeliperi’yle konuştuk ilk kez, yani mektuplaştık -en azından o, mailleşme dediğimiz şeye böyle diyor. orda buna benzer bir şey söylemişti, yemek yaparken bir kadeh şarapla klişe keyif sahnesini canlandırmak.. iki gündür bunu düşündüm ara ara. klişe keyif sahneleri, klişe mutluluk pozları, sınıfta ders anlatırken sanki o insan topluluğunun hayatında büyük değişimlere sebep olacakmışsın gibi bir gelecek kırılmasıyla canlandırdığın sahne.. vs. tabii ki daha kötüleri de var, sırf klişe bir mutluluk karesinde yer alma hayaliyle evlenmek, çocuk doğurmak mesela.. esasında farkında olmadan yaptığım bir çok şey bazen bu kareleri kafamda görmek istediğimden. halbuki çoğu zaman nasıl da sırıtıyorum orada. bile isteye ve zoraki bir inatla.şu fotograftaki pencere var ya? işte sen osun.
the absentee
temporary things
thankless marriage
9 Aralık
Stars in Coma
bir şeyleri iyice anlatabilmek için lafı uzatıyorum bazen. konu anlaşılır olmaktan çıkıp bayağılaşıyor o zaman. bunu yapmazsam tam tersini yaparak çok az konuşarak insanların anlamsız veya yanlış anlamış bakışlarına maruz kalıyorum. çok dert etmiyorum bunu artık. geçelim tuşuna basabilmeyi de öğrendim. faydalı. hayat dediğin de öğrenilmiş çaresizlikler bütünü değil mi?stars in coma ise çok sevdiğim bir şeydir. yer yer eğlence vaadeder. kendileri bir isveç indie pop harikasıdır. şöyle bir baktım da nerdeyse tüm albümlerinden bir iki şarkı ile toplama liste yapmışım. şahsi şey tabi. kimse karışmaz sonuçta. kime ne. ki. geçiniz.
people put up with a lot of shit
quarantine
life without the community
27 Ekim 2010
Thievery Corporation
ipodun karışık şarkı çalma modunu ne zaman açsam her seferinde until the morning karşıma çıkıyordu. ve her seferinde artık thievery corporation’la yakından ilgilenmenin vakti geldi pass diyordum kendime. bu böyle aylarca sürdü. geçen gün bu sorunu da hallettim. ferahladım. yani şu küçücük mesele bile yapılmadıkça kafamda, sinir sistemimde öyle bir yer işgal etmeye başlıyor ki kendimi böyle böyle tüketiyorum. ama aksini de bir türlü beceremiyorum. hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya başlayınca da bir şeyler olunca da gerçekten hiçbir şey yokmuş gibi algılıyorum her şeyi. böyle afaki afaki konuşuyorum, kusura bakılmasın. yorgunum. ve tabi bezginim. neden bezdiğimi sormayın. genel durum bezginliği genel yaşam, genel varlık bezginliği, vs. bazen sevdiğim insanların zor durumlarına uzaktan da olsa tanık oluyorum. insanların yalancılıklarına, kötülüklerine direk maruz kalma durumu bu. bunu insan kaldıramıyor. yani gerçekte insan ruhu bunu kaldırmıyor. ama yoksay tuşuna basabiliyorsanız ve eliniz alışmışsa buna, yaşayıp gidiyorsunuz ilaç kullanmadan, çok ağlayıp sızlamadan. ben böyle olunca kendime çok domuzlaştım diyorum. ama asıl mesele bu değil, asıl mesele hayatın basitliğinin (basit kelimesi de türkçede işkilli bir durumda. çünkü adi anlamında basit mi? karmaşık olmayan anlamında basit mi? ya da ne? sanırım benim söylemeye çalıştığım karmaşık olmayan anlamında yani simple dediklerinden.) delice karmaşıklaşarak nasıl içinden çıkılmaz bir hal alıp bizi nefessiz bıraktığıdır. ancak öldüğünde tekrar dönüşülecek bir basitlik. bir çok şeyi yaşayan insanların hali vardır ya böyle ağır ağır kafa sallarlar da ellerinden bir şey gelmez. karşındaki insanın halini adın gibi bilirsin de bir gün geçeceği dışında bir bildiğin yoktur ve yine elinden bir şey gelmez..yukardaki fotoğrafı seviyorum ben. onun altına, “ben senin bütün arka bahçelerini gördüm” der gibi iki adımlık yerküreye, diye bir not düşülmüştü. güzeldi geçmiş zaman.sonunda işte, thievery corporation’ın “the richest man in babylon” albümüyle tanışma sırası sizde. albümün tamamı daha da güzel. böyle arabesk arabesk tıngırtılar filan. güzel yani.
until the morning
omid (şarkının sözleri resmen farsça ayol!)
un simple histoire
20 Ekim 2010
Belle and Sebastian
yine harkulade bir albüm kapağıyla karşınızdayım velakin albüm de harkulade. belle and sebastian’la birlikte camera obscura dinlemişseniz ister istemez bu glasgowlular hep mi böyle sorusu geliyor aklınıza. albüm kapağını beğendiyseniz albümün içinde carey muligan’ın konuk sanatçı olduğu write about love sizi bekliyor. carey mulligan kimdi ki diye soracak olursanız hemen söyleyeyim, an education filminde oynayan oscar’a da aday olan o şirin kız. sevgilisini de söyleyebilirim ama bir türlü adını aklımda tutamıyorum. carey mulligan kimdi kimdi diye de kıvrandım öncesinde. albümde norah jones da var ama carey mulligan kadar haber değeri yok. :) calculating bimbo şarkısının girişi de başka bir şarkıya çok benziyor, bulana on puan veriyorum.ayrıca bu albüm en iyi arabada giderken ve ev temizlerken dinleniyor.evet atalarımızda alzheimer hastalığı olduğu doğru. write about love (feat.carey mulligan) little you, ugly jack, prophet john (feat. norah jones) 15 Ekim 2010
Grizzly Bear
iki bin yedi senesinin ağustos ayının sonlarında pek sevgili bir arkadaşım bir dvd hediye etmişti. içinde bir sürü albüm vardı. buraya gelince bana yarenlik eden en iyi arkadaşım da o dvd olmuştu. tindersticks, isobel campbell and mark lanegan, band of horses ilk aklıma gelenler. bazısını aylarca bıkmadan dinlemiş, bazısını da bir kaç parçadan sonra bırakmıştım. grizzly bear da bir kaç parçasını dinleyip bıraktıklarımdandı. aradan bir buçuk sene geçti. grizzly bear’ın son albümünden “ready, able” şarkısını dinleyene kadar da bu gruba elimi sürmedim. çok hastalanıp okuldan eve gönderildiğim bir günün tamamını bu şarkıyla geçirdim. ilaç gibi geldi. bazı insanlar, bazı şarkılar insana gerçekten ilaç gibi geliyor. bunu da grizzly bear’ın şahsında belirtmek istedim. son albümlerini çok sevdim. 20 Mart 2009
Mono
havalar giderek ısınıyor. şimdiden otuz üç derece. havanın ısınmasıyla yine buraya has şehir kokusu geliyor burnuma. geçen yıldan kalma yalnızlıkuzaklık hissini çok ani bir şekilde hatırlatıyor bu koku. bu halden bir an önce kurtulmak için sokaktan ve insanlardan kaçıp eve sığınmak gerek. ev burda serinlik, su ve müziğin bulunduğu bir nevi vaha. evin bir vahaya dönüşmesi için doğru müziği bulmak da önemli. mono ve diğerleri bunun için var. japonlar’daki ruha hayranım ama mono’ya daha ayrı bir hayranlığım var, rainbow’u dinlediğim günden beri.. bir de dinledikçe süper acıklı japon filmlerini izliyormuş hissine kapılıyorum. yeni albümleri “hymn to the immortal wind”den üç en bi güzel şarkı aşağıda. 7 Mart 2009
Paavoharju
daha az insan daha az ses daha az olay daha az üzgünlük mümkün mü, böyle bir yer var mı, insan gün gelir sakinleşebilir mi, yorulabilir mi, kaçabilir mi, durabilir mi, bunu yani şimdi gerçekten başarabilir mi…tıpkı çok sevdiğin ya da çok sevmediğin ama bir başkasını açacak kadar bile keyfin olmadığından durmadan dinlediğin bir şarkı gibi bu soruları tekrarlayıp duran bir zihin.vardı. iki yıl önceydi hatta. ilginç bir şeyim yok anlatacak, eskiden de yoktu ama anlatmak ihtiyacım vardı. tuhaf bir öfke, yerden göğe her şeye sinir, bitmeyen bir özlem, zihnimde dönüp duran bir sürü soru.. onları cümleye sokar ortaya koyardım. sonu gelmeyen, sonsuz da olmayan şeyler. büyük bir mucize mi oldu, hayır, her şey değişti mi, hayır. bir süreçti belki uzunca süren. hayat şimdi sakin. zihin sessiz. etrafta bir kaç insan, hatta çoğu zaman sadece bir. paavoharju bu sürecin en hassas yerinde duruyor. ne söylediklerini bilmeden, geçirdiğimiz günler için.. hala cız eden bir yer varsa onların güzelliği.
1 Ekim 2009
Mariza
bir sürü yokuşlarının olduğunu o yokuşlardan ıhlaya tıslaya sarı kırmızı tramvayların çıktığını tramvayların ve yokuşların okyanusta son bulduğunu öğrenip lisboa’ya hayran olup can sıkıntısının uçtuğu zamanlarda lisboa sokaklarının fotograflarıyla avunduğum günleri fadolara sarmalayarak pessoa kitapları okuyarak geçirdiğim oldu. o günler nasıl lisboa’ya gitmek pessoa’nın kaldığı otelde kalmak yokuşlara çıkmak okyanusa inmek fadistaları canlı canlı dinlemek istemişsem hala aynı..mariza’yı da amalia rodrigues’le birlikte öğrenmiştim. bir önceki albümü transparante’yi çıkardığında istanbul’a da uğramıştı. geçen yıl terra albümünü çıkardı ve şubat ayında yine istanbul’a geliyor ve yine işsanat’ta konser veriyor.bir önceki albümü çok güzeldi. hele bir de concerto em lisboa adıyla çıkarttığı konser albümü vardır ki dinlemeye doyulmaz. terra da en az onlar kadar güzel. üç tane fado da aşağıda.
24 Ekim 2009
Piano Magic
bu sonbahar çok bereketli. her gün yeni bir albüm haberi almak fevkalade güzel. bu haberler nasıl oluyor da en sevdiklerimizden geliyor inanılır gibi değil. her şeyin bu kadar iyi olması, uzun zamandır mutsuz hissetmemek, hesabımızdaki paranın sürekli artması, hala tatilde olmak, house’un yeni bölümlerini izleyebilmek, yaprak dökümüne hala sabredebilmek, kimseye doğru düzgün sinirlenmemek, evde okunacak bir dolu kitabın olması, yağmurun yağması, fokurdayan bir semaver.. tuhaf bir iyilikler silsilesi. bi’ de her gün artan bir sevgi bunların üstüne.. neyse. piano magic? yine çok güzel. yeni albümlerinden ilk dinlediğim parça you never loved this city idi. benden bahsediyor zannettim. tabi bir de ankara’dan.
17 Ekim 2009
Club 8
son günlerde müptelası olduğum isveçli ikili. isveçli kadın vokallere olan hayranlık gittikçe artıyor, durmayacakta muhtemelen. şimdi düşündüm de nerden tanıdım bu grubu diye, açıkçası hatırlayamadım. muhtemelen daldan dala atladığım, bi’ myspace bi’ lastfm gezindiğim anlarda karşıma çıktılar. yollarda dinlenmesi ayrıca zevkli. aşağıdaki parçalar 2007′de çıkan son albümleri the boy who couldn’t stop dreaming’den.
15 Kasım 2009
The Swell Season
bazı sabahlar insan aklında bir müzikle uyanıyor. sonra ara ki bulasın. ama bu sabah aklımdakinin ne olduğunu biliyordum: fantasy man. marketa irglova ve glen hansard “once” filmi için yaptıkları bir soundtrack albümünden sonra yeni bir grup oluşturup bir de albüm yaptılar: the swell season, strict joydaha önceki albümlerinin ve bir şarkının adı olan the swell season şimdi gruplarının adı olmuş. hayırlısı bakalım.
1 Aralık 2009
The Modern Electric
bazı şeyler değişti. eskiden yazı yazardım mesela, otuz yaş sendromunu atlatayım derken kaçtı gitti o da. allah’tan müzik var, bi’ o değişmiyor. the modern electric diye yeni bir grup. güzel şarkılar yapmış çocuklar.yani diyeceğim; bir şeylerden kurtulmak yahut bir şeyler kazanmak isitiyorsanız karşılığında hep kıymetli şeylerinizi ister hayat.
5 Aralık 2009
Coralie Clément
Fransızca sözlü hafif müziği kış geldiğinde, bilhassa da kar yağdığında dinlemeyi seviyorum. bu kara da “coralie clément” rast geldi. harikulade bir ses. seksen iki doğumlu fakat üç tane albümü var. aşağıdaki şarkılar iki bin iki yılında çıkan ilk albümü “salle des pas perdus”tan. dinlemeye doyamıyorum.
2 Şubat 2010
Slowblow
yetmişli yıllardan bir love story izliyoruz tv’de. izliyoruz diyorum ama yanımda oturan arkadaş sanırım ki ne izlediğimiz hakkında pek fikir sahibi değil. o java senin bu script benim sorun çözmekle, iş arkadaşlarına valentine’s day darbesi yapmakla meşgul.sokaklarda ezik büzük erkekler ellerinde tek gül taşıyarak sevgililerinden zılgıt yemektense o utanca razılar. herşey tercih meselesi. herkes bir şeyleri seçiyor, ben eve gelip hemen peynirli makarna yapmayı seçtim, bir de somewhere over the rainbow dinlemeyi, bir de seni. sense bana çiçek almayı ama o çiçeği gelecek hafta vermeyi seçtin. ahg ben, bi’ de mesela, gece iki otobüsüyle her pazar istanbul’a gitmeyi seçiyorum ki hiç elim varmıyor, ayaklarım geri geri gidiyor, uyyakalsam ya da unutsam bi’ çare olur mu gitmemeye diyorum. love story filmindeki kız da hastalanıyor ve ölmek üzere oluyor ve sevgilisi olan adam sürekli gizli gizli ağlıyor. haketen acıklı. yıllardan iki bin on oluyor ama hala çok acı var, bitmiyor.ps. slowblow, izlanda dolaylarından mis gibi bir grup. ancak böyle…
14 Şubat 2010
Shearwater
shearwater’ı bilenler biliyor. epeydir de cafe de pass’ın draftları arasında tozlanmış durumda. texas’tan çıkmış olmaları yine onlar için iyi bir referans. okkervil river’dan da tanınan iki müzisyenin kurduğu, zamanla kalabalıklaşmış, altı albüm yapmış bir grup. biraz fleet foxes biraz great lake swimmers tadındalar. aşağıda iki bin sekizdeki “rook” albümlerinden “rooks ve leviathan, bound” şarkıları ve okkervil river ile ortaklaşa yaptıkları “sham wedding/hoax funeral” albümünden nerdeyse klasikleşmiş, en çok coverlanan şarkılardan “all the pretty horses” şarkısı bulunuyor. ayrıca yeni çıkmış bir de “the golden archipelago” albümleri var. lakin ben hala “rook”u dinlemekten bıkmadığımdan ona sıra gelemedi.
5 Mart 2010
Rökkurró
eğer bu müzisyenler olmasaydı ben ne raykjavik adlı bir şehrin varlığından ne de izlanda adasının tam olarak dünyanın neresinde olduğundan haberdar olacaktım. tıpkı haşmet babaoğlu’nun geçen pazarki yazısında cafe de pass’tan bahsettiğini bir hafta sonra duyduğum gibi. işin ilginci blogun yaşadığı teknik sorundan da günler sonra haberim oldu. neyse ki sorun halloldu. sanırım ki cumartesi 11 olan ziyaretçi sayısının pazar günü aniden 1.2oo’lere çıkmasının bunda etkisi büyük. huzurlarınızda kendisine teşekkür eder, mahalle bakkalı zihniyetiyle iş yapan cafe de pass’ı bir daha çökertmemesini umarım. :)rökkurró yine izlanda manşeli bir grup, çello çalmaları ve paavoharju’yu hatırlatmaları benim için önemli. özellikle ilk parçayı -ki adını söyleyemiyorum- tekrar tekrar tekrar dinlemek beni rahatlatıyor. iki bin yedi yılında çıkardıkları ilk albümleri “Það kólnar í kvöld…” den üç parça tüm icelandic severler için geliyor.ps. çok durduk izlanda’da, çöllere inmek gerek. biliyorum.
27 Şubat 2010
Port O’brien
bazen last.fm’in tavsiyelerini ciddiye alıyorum. fena olmuyor. port o’brien bunun en iyi örneği. iki bin dokuzdaki albümleri threadbare can sıkıntılı zamanlarda dinlenip, huzur bulduran cinsten.“ve görmeden baktığım sokağa hakim penceremden dışarı sarktığımda, kendimi birden, kurusun diye pencerelere asılan, sonra orada unutulup yavaş yavaş buruşan, sonunda da asıldığı yeri kirleten yaş bir toz bezi gibi hissettim.” f.pessoa, huzursuzluğun kitabı
13 Şubat 2010
Walter Benjamin
walter benjamin’i kim sevmez? brecht’i dinleyip bir türlü komunist partiye üye olamayan, gershom scholem’i dinleyip bir türlü israil’e gidemeyen ve sonunda gestapo’dan kaçarken acıklı bir şekilde ispanya sınırında intihar eden walter benjamin… onu rüyamda görmüştüm bir kez. parmaklarına dokunmuştum hatta o da kulağıma eğilip pasajlar’dan bir şeyler okumuştu. o anın fotografı olsa ne güzel olurdu.. yalnızlığın patolojik belirtileri de olabilir bazen bu tür rüyalar. bilmiyorum.hayatıma ikinci bir walter benjamin daha girdi geçenlerde. sesini ve şarkılarını da en az diğer walter’ın incileri kadar sevdim. 2008′de ilk uzun çalarını, “the national crisis”i çıkarmış. bir kaç örnek de burada:
our own killing fields
the lake of gold
our endless days
28 Nisan 2010
The Flaming Lips
biraz manyaklar ama seviyorum bu adamları. neden bilmiyorum modest mouse etkisi yapıyorlar bana. embryonic de sanırım son albümleri. sanırım diyorum zira şimdi gidip bakmaya öyle üşendim ki. epeydir ilgilenemedim cafedepass ile de. bu sıralar böyle bir garip haller.. git gel otur bir daha git gel bekle git…bi tembellik bi boşvermişlik var üstümde. dünya yıkılsa gıkım çıkmayacak gibi. ama yine de bu esnada sürekli insanların konuşmalarını dinlemek allah kavuştursunlara amin sağol teşekkürler demek zor geliyor. yani ki sıkıldım sanırım. tatil olsun da evde gönlümüzce yatıp yuvarlanalım o kanepeden bu koltuğa dönelim istiyorum, fazla etrafla iletişmeden yaşayıp gidelim istiyorum. çok şey mi?
the sparrows looks up at the machine
the impulse
evil
13 Nisan 2010
Into the Wild
yalnızlığın vahşi bi’ yanı var. çok sınırları zorlarsan. bir iki yıl önce buna ben de rast geldim. ev boştu. doğal olarak. ateşli bir atak geçirirken, sıcaklık gölgede kırk beş dereceyken ne iki metre ötemdeki klimayı çalıştıracak ne de su almak için mutfağa gidecek halim yoktu. kımıldayamıyordum yerimden. arada bir gözümü açtığımda etraf ya karanlık oluyordu ya aydınlık, gün gece hiçbir şeyi ayırt edemiyordum, uyku uyanıklık baygınlık arası bir yerde iki-üç gün geçirdim.. sonunda iyileştim ama yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibiydim. her şey bi’ garip gelmişti gözüme. böyle deneyimlerin insanda garip, dile getirilemez sonuçları oluyor. yaşayan bilir denebilir belki yalnız.into the wild filmi de böyle bir yalnızlık şeklini anlatıyordu. sonunda çaresizce gelen ölüm korkunçtu. tabi ki bu filmden çok önce müziklerinden haberdar oldum. (daha önce “once” filminde de böyle olmuştu.) pearl jam’in bi’ türlü yaşlanmayan, enerjisi tükenmeyen solisti “eddie vedder” yapmıştı müzikleri. zevkle dinledik. hele long nights, long nights.. epey zamandır paylaşmak isteyip unuttuklarımdan bu da. ama bu sefer unutmuyorum.
long nights
guaranteed
society
neticede hayata fırsat vermek gerek, bize her türlü deneyimi ve duyguyu yaşatması için. bu yalnızlık olur, iyi şeyler olur, kötü şeyler olur, bilmiyorum. ama hepsinin bi’ getirisi oluyor insana, bu kesin.benim elde ettiğim sonucu kitabını açtığımda georges perec söyledi:“ölmedin, delirmedin.”
Bonobo
sonra mesela ben çok suratsız bir iş yapıyorum. iş yerinde kendi sıkıcılığımdan, asık suratımdan sıkılıyorum. eğlenceden yoksun bir altı saat geçirip üç kat merdiveni çıkıp çıkıp iniyorum. her boku bilmek, her sorulana cevap vermek, sürekli bağırıp çağırmak, onun bunun yeni yetme çocuklarına edebiyat gibi alakasız şeyler anlatmak zorunda kalıyorum. hal böyleyken black sands gibi şükela bir albüm yapmış da olsa bonobo filan hayretmiyor şekerim. hepsi laf u güzah. bi de kütah var, kısa demek farısi dilinde, hele bi’ de kütahya var ki onu hiç sorma..
prelude
kiara
black sands
13 Nisan 2010
Bark Cat Bark
geçen gün ipodda rastgele dinlerken yann tiersen dinlediğimi zannettiğim paris’ten çıkma grup(?). daha doğrusu beirut gibi tek kişilik bir grup. iki bin dokuzda son albümünü yaparak bu çalışmaya son vermiş josh todd adlı müzisyen. albümlerini dinlemeye doyum olmuyor. piyano, çello, akordeonun olduğu yerde daha ne olsun. aşağıdaki ilk parça á lífi albümünden diğer ikisi de cittadinanza albümünden.
iceland
viravira fever
antico verrès 18 Nisan 2010
Broken Bells
dediğim gibi canım ultra acayip bir şekilde sıkılıyor, nedenini bilmiyorum, bilmediğim gibi araştırmıyorum da. çünkü yorucu bir çaba bu.geçen gün kütahya’ya gittim emre’yi görmeye. orda babasını görmeye gelen bir çocuk bahçede top oynuyordu. yere düştü, kalkarken “olacak şey değil!” diye ünledi. bunlar dedim, bu çocuklar, televizyon türkçesi konuşuyor artık. sen hiç dedim, günlük hayatında dedim, hiç böyle ünledin mi? hayır dedi.broken bells ilginç bir ikiliden oluşuyor. şimdi böyle gereksiz bir paragraf yazıp ardından anafikre girmek çok yanlış ama n’apalım. the shins vardı australia diye müthiş bir şarkı söylerlerdi, onun solisti ve şu bizim pek sevdiğimiz gnarls barkley’in danger mouse’u bir araya gelmiş, ortaya broken bells çıkmış.ilk şarkı çıkış şarkısı olmasından mütevellid, ikincisi albümün ikinci şarkısı ve adı vaporize olmasından, üçüncüsü de sırf adı october olduğu için buraya konuldu. dinleyin, sıkıntınız geçsin, ya da daha iyisi uyyun.
the high road
vaporize
october
Band of Horses
son zamanlarda iki güzel indie albüm var. biri band of horses’ın diğeri de the national’ın. bayıla bayıla dinliyorum. band of horses’ı dinlerken bir arkadaşımın sesini duyuyor gibi oluyorum. hani zor zamanlarda yanında olan arkadaşlar olur ya onun gibi. gerçi bu hissin gerçeğini pek yaşamadım, şarkılarda yaşıyorum. :)band of horses deyince tabi ki ilk akla gelen “the funeral” ve “no one’s gonna love you” gibi pek içli şarkılar. üçüncü albümleri de yeni çıkmışken, bayılarak dinliyorken hemen paylaşmak istedim.ve dayanamadım birinci ve ikinci albümdeki o pek içli şarkıları da ekledim.
no one’s gonna love you
the funeral
factory
infinite arms
19 Mayıs 2010
The National
sabahın sekizinde uyanıp okula, saçma sapan bir bayram törenine gittim. bir kez daha o okuldan öğretmenlerinden öğrencilerinden illalah ettim. iki bin kişilik okuldan yalnızca 30-40 öğrencinin geldiği törene pek saygıdeğer öğretmenler de ağızlarında sakız, üstlerinde spor kıyafetlerle katıldı. onlar alemin akıllısı olunca biz de alemin salağı oluyoruz. törene gelmeyen ultra akıllı olanlarsa ayrı bir konu. törene geldiği halde kantinde tavla oynayan yahut tören yapılırken bir duvarın dibinde kahvehane arkadaşıyla konuşur gibi bir üslupla yanına çektiği öğrenciyle konuşan öğretmenler bahis konusu dahi yapılmaya değmez. sonuç olarak yarım saatimi bu anlamsız yığına tören yaparak geçirdim, uykumdan uyandırdıkları için küfrettim. hızımı alamadığım için de buraya üst üste iki post yazdım. bir şekilde gaza gelmenin güzel sonuçları da olabiliyor.the national mı?yeni albüm yaptılar, iyi ki de yaptılar. yoksa ben bu pespayeliklere daha nasıl katlanabilirdim?
anyone’s ghost
little faith
lemonworld
19 Mayıs 2010
Rodrigo Leao
aslında evvela madredeus postu yazacaktım fakat böyle denk geldi, değiştirmedim. bilindiği yahut tahmin edileceği üzre madredeus adlı lizbonlu grubu pek severim. o grubun önemli elemanlarından biri de rodrigo leão. kendisi solo projeler de yapıyor. cinema ensemble ile yaptığı bu güzel “a mãe” albümünde stuart staples, neil hannon gibi solistler de yer almış.
a mãe
ya skaju tebe
canciones negras
this light holds so many colours
5 Haziran 2010
Maria Ana Bobone
cuma gecesi gelen bütün izinler iptal telefonuyla çok güzel geçeceğini sandığım hafta sonum istanbul’da kalmak zorunda kalarak felaket sıkıcı bir şekilde yaşandı. hayırlısı böyleymiş felsefesinin en sıkıcı müridlerinden biri olarak bu iki gün çeşitli çıkarımlar yaparak geçirildi. ardından yağmurlu bir haftaya başlandı. yağmur sorun değil de 12′de okula gidip bir saat toplantı yaptıktan sonra sonunda “hadi şimdi tatil, evinize gidin” demeleriyle yine sıkıcı bir gün yaşandı. sıkıcı çünkü bu sakat yalnızlığı unutturacak bir şeyler yapmazsam dünya çekilmez bir yuvarlak olup üstüme çöküyor. sonra bugün oldu. bu sabah deliler gibi yağmur yağmasına rağmen ne okulun programı iptal oldu ne de valilik beklenen açıklamayı yaptı. haddizatında soğuktu, hava karanlıktı ve hiç gidip eğlence programı sunacak halim yoktu. ne zaman vardı ki? peh!böyle günler peş peşe sıralanır işte, durduramazsın, değiştiremezsin. fadoları hatırlarsın. okyanus kenarlarına gidersin, nasıl koktuğunu bilmediğin okyanus kenarlarından derin nefesler alırsın fadolarla.maria ana bobone’nin iki bin altı tarihli “nome de mar” adlı albümü son günlerin favorisi. gitarra tıngırtıları insanı sakinleştirir, okyanuslara götürür, getirir, nefes aldırır.
fado lisboeta
fado da sina
ave maria
8 Haziran 2010
Claire Pichet
kendisi yann tiersen’in en çok şarkı söylettiği kadın sanırım. onu en çok rue des cascades adlı şarkıyı söylediği konser kaydından izlediğimde sevdim. yann tiersen’in çaldığı piyanoya titrek titrek eşlik ediyordu. yann’ın çalıp claire’in söylediği şarkılardan bir seçme yaptım. huzur versin, gönül açsın diye..
rue des cascades
summer 78
la rupture
9 Haziran 2010
Les Tetes Raides
claire pichet deyip de les têtes raides’i es geçmek terbiyesizlik olur. epey zamandır burda arz-ı endam etsinler istiyorum. ama olmuyor. aramıza başkaları giriyor.yann tiersen’in black session albümünde birlikte çalıp söyledikleri “ginette” yıllardır dinlemeye doyamadığımız les têtes raides şarkısı. bu, fransız folk grubunun tek şarkısı değil elbet ama en harikası. zira hem yannla birlikte bir kaç albümde daha çalıp söyledikleri vaki. ama ginette’nin yeri hep ayrı.ağır ağır çalmaya başladıkları şarkılarda deliler gibi hızlanarak insanda heyecan fırtınası yapıyorlar. ginette’nin videosu da ölmeden önce izlenmesi zorunlu yüz video içinde yerini almış durumda. o derece. akordeon, çello, keman vesair severim, kalabalık ve eğlenceli gruplara bayılırım derseniz, zıplayın.
ginette (black session version)
le jour d’avant (l’absente)
un p’tit air mon slip
16 Haziran 2010
Camera Obscura
ilk dinlediğimde eskilerden kalma şarkılar gibi gelen ama eski olmayan, çok akılda kalıcı çok etkileyici müzikler olmasa da saatlerce dinlenen, yokluğunda aranan, kulağına çalındığında rahatlatan…bir şeyleri anlatmak için doğru kelimeleri aramak ve bulamamak ve dolayısıyla da camera obscura’nın çağrıştırdıklarıyla ilgili iki çift laf edememek.son albüm my maudlin career. ama let’s get out of this country baş tacı. geçenlerde bir dizide de bu albümden bir şarkı çalmıştı, yoksa filmde miydi? neyse işte, bu aralar dizilerde, filmlerde sevdiğimiz şarkılarla karşılaşmak yolda bir arkadaşla karşılaşmak gibi.french navy my maudlin career careless love dory previn 26 Haziran 2010
Phoneix And The Turtle
son haftalarda müzik dinlemek nedense keyif vermiyordu. yetmiş sayfalık bir kitabı bile iki üç haftada bitirdiğimi düşünürsek bu normal belki. o sebepten belki, eskilerden bahsedip duruyorum burda ve yeni bir şey keşfedemiyorum. cemil meriç’in “günler daha ne kadar keşifsiz geçecek” diye bir cümlesi geliyor böyle zamanlarda hep aklımın ucuna. aslında canımı sıkan pek bir şey de yok. ama hayatın (her ne olursa olsun) insanın zihninde kalbinde içinde yaptığı o bezginlik bıkkınlık halini hissediyorum. neyse işte, geçenlerde izmir bursa özdere aralarında bir yerlerde ipod çalıyor, öyle güzel de bir şey çalıyor ki açtım, baktım. tanımadığım ve nerden ipoda düştüğünü bir türlü bulamadığım bir şey, “line drive”.eve dönünce hemen araştırmaya başladım. meğer 13melek’in çok zaman önce yayınladığı bir compiletiondanmış. araştırmaya devam ederek sirenssound’dan albümlerine ulaştım ve soluğum genişledi. son ep’leri swallow up the moon harikulade bir şey. ama o “line drive” yok mu, ondan bir türlü vazgeçemiyorum. dinledikçe dinleyesim geliyor. “take it home” etkisi bırakıyor bende.
line drive
514
stuart drives a comfortable car
tam da bu sırada “phoenix and the turtle”ın shakespeare’in bir şiiri olduğunu öğreniyoruz. 18 Temmuz 2010
Sylvain Chauveau
kimsenin kimseye nazının geçmediği günler olur.. naz?
bir hastalanmayagörelim küçüle küçüle kainatın en küçücük zerresi olup aciz zayıf tükenik bir şeyolup evdeki herhangi bir eşya bir masa bir dolap sizden daha sağlıklıyken dünyadan geçip en sevdiğinizi bile unutabildiğiniz bir can pazarı yaşanır hücrelerinizde. sonrası.. yeni doğan bir çocuk gibi konuşmaya çalışırsınız, düzgün bir sırayla düşünmeye, akla sığacak hayaller üretmeye, yürümek gülmek garipsenir ağzınızda.. içine yalnızca senin sığabileceğin dümdüz bir yalnızlaşma sürecidir. evrende çok da mühimsenecek bir varlığının olmadığının ve boşu boşuna abartmaman gerektiğinin gözüne sokuluşu.
allah öyle zamanların devamında böyle güzel keşifler getirir ayağınıza rast gele. plansız. çünkü saramago’nun deyimiyle “hayat plan yapanlara güler.” contemporary classical diye hastası olageldiğimiz bir tür var. arvo part’tır, philip glass’tır, max richter’dir, library tapes’tir ilk akla gelenleri. onlara da sıra gelecek. yavaş yavaş.. geçenlerde yolda gider iken ipoddan kulağıma arvo part çarptı zaten. allahım bu kulaklarım ne dinliyor böyle deyiverdim. hala etkisindeyim tabula rasa’nın.
her neyse işte, daha size yeni bir şehirden yeni bir okuldan ve tombik okul müdürümden bahsedeceğim. sonra.
şimdi gelsin sylvain chauveau’nun nocturne impalpable’sinden ve ensemble nocturne’la yaptıkları depeche mode coverlardan bir kaçı.
radiophonie n.1
blanc
never let me down again
enjoy the silence
2 Eylül 2010
Arcade Fire
biliyorum son bir iki ayın modası arcade fire’ın yeni albümü. çalışkan bir müzik blogu değil ki burası albümler piyasaya beş kala buraya gelsin dinlensin tanıtılsın.. neyse.. bahsetmeyen müzik insanı kalmadı onlardan. benim ne’m eksik?
hem bu indie rock tayfasından ne çıksa alıyoruz biz eve. ailecek de pek severiz win butler kişisini, muhtereme eşlerini ve pek kalabalık orkestralarını. hele the well and the lighthouse aşkımız var idi bir dönem onu da hatırlamadan geçemeyeceğim.
buyrun the suburbs adlı yeni aldüme, çıkış şarkısına ve bir önceki albümden the well and the lighthouse’a.
win’in yukarıki fotograftaki pantolonuna da bayılıyorum.
the well and the lighthouse
ready to start
rococo
the suburbs
3 Eylül 2010
Susumu Yokota
bu da tıpkı fariborz lachini gibi çok uzun zamandır dinlediklerimden. sonbaharda dinlenecek müzikler seçkisi yapsam ikinci sırada olacaktı. ama yapmadım. çünkü neden. çünkü sıkılıyorum her şeyden. yapmaya başladığım her şeyden. düşünmeye başladığım her şeyden. sevinmeye başladığım her şeyden. yemeye başladığım her şeyden…
kımıldamadan yaşamak istiyorum bazen.
for the other self who is far away i can not reach
the sin of almighty god, respected and believed by the masses
12 Ekim 2010
Dark Captain Light Captain
böyle enteresan da bir isim koymuşlar kendilerine. müzik türlerini benim çok fazla kafam almıyor. yani alsa bile tekrar anlatamıyorum. mesela bir müzik dinlediğimde ıhmm bu post-rock diyebiliyorum. lakin post-rock nedir diye sorulsa tam olarak ne cevap vereceğimi bilmiyorum. zaten müzik türlerinin adları da garipleşti biraz. indie var, folk var, electronic var. bazen karar veremiyorsun hangisi hangisi o zaman da diyorsun ki indietronic, folktronic, indierock, folkrock…vs. sonuç olarak ben dark captain light captain gibi adı değişikmiş diyerek el attığım grupların ne tür müzik yaptıklarını tam olarak söyleyemiyorum. ama, ıhmm bunlar da indiefolktronic yapmışlar, diyebilirim.
neticede miracle kricker güzel bir albüm.
17 Şubat 2009
Röyksopp
son albüm senior hakkında olumsuz eleştiriler okumuştum. albümü dinleme imkanı da olmayınca merak edip durdum. son günlerde dinliyorum ve başkalarının yaptıkları eleştirileri ne kadar ciddiye almam gerektiğini bir kere daha öğreniyorum. sadece demek istediğim: muhteşemus! ve hala anlayamadım neden beğenmediklerini.
neyse işte.. bugünler biraz yoğun geçiyor, ordan oraya, ordan oraya.. akıntıya bıraktık işle güçle, evle barkla geçiyor.. lakin bir yerde hep bir eksik..öyle oluyor, bir şeyler birileri hep eksik kalıyor..bakalım haftaya cuma eksik tamamlanacak mı? dağ yolundaki okul benim olacak mı? mathy telefonuma çıkacak mı? tindersticks konserine bilet bırakmayanlar yollarda kalıp konseri kaçıracak mı? ben onlara -özlem yavuz’u tenzih ederim :)- oh olsun diyebilecek miyim? gibi bir sürü düşünce mevcut şu an kafamda. netleşemiyorum.
ve son keşfim, birileriyle bir arada yaşamanın yarattığı en büyük zorluk, deli gibi electronic müzik dinleyememek.
senior living
the alcoholic
forsaken cowboy
17 Eylül 2010