Sanat Eserinin Kökeni

Yıllardır okuduğum kitapların bazılarının zihnimden çok hızlı bir şekilde ve tamamen silindiğini fark ettim. Öyle ki yıllar önce alıp okuduğum bir kitabı bu yıl tekrar aldım, tekrar okudum ve tekrar beğenmedim. Okurken ara ara bu konu ne kadar da tanıdık, acaba dizi ya da film olarak mı izledim diye de sürekli sorguladım kendimi. Sonra goodreads’e kaydetmek istedim ve çoktan okuduğumu gördüm.

Bu yaz bana bir kitap okuma atağı geldi. Bu atağı daha verimli, okuduklarımı daha kalıcı hale getirmem gerektiği için bir kitap kulübü bulmak faydalı olur dedim. Öncelikle yüz yüze kitap kulüpleri araştırdım, Bursa’da vardı birkaç kulüp ama kesinlikle okumayacağım ya da okumuş ve çoktan o dönemleri geçirmiş olduğum kitaplar üzerine yapıyorlardı. Çevrimiçi kulüpleri araştırdığımda çok fazla ve çok farklı kulüpler olduğunu gördüm: sadece kadınların katıldığı kulüpler, felsefe kitaplarının okunduğu kulüpler, güncel edebiyatın okunduğu kulüpler gibi gibi. Bunların birinde Heidegger’ın Sanat Eserinin Kökeni kitabı ağustos ayında okunacaktı. Bu vesile ile başladım yeniden Heidegger okumaya. En son ne zaman Heidegger okuduğumu tam hatırlamasam da kullandığı dilin zorluğunun anlattığı şeyin anlaşılmasını daha da zorlaştırdığını çok iyi hatırlıyordum.

Kitabı okumaya başladım ama aman allahım korkunç bir dil… Defalarca okuyup anlamadığım cümleler… Çevirmene ayrı sinirleniyorum, Heidegger’a ayrı küfrediyorum. Arada bir anlayıp sevindiğim, aydınlandığım anlar olsa da sürekli rahatsız edici bir ortamda garip ışıklar, sesler, görüntüler içindeymişim gibi bir hisle okuyorum kitabı. 100 sayfalık kitabı bir ayda ite kaka zorla bitirebildim. En sonunda da dün akşam kitap kulübünde bu kitap konuşuldu. Heidegger’in derdini, sanat eserinin kökenini, sanatı, hakikati, sanat eserinin hakikatini ve daha pek çok şeyi iki saat süren anlatımda çok rahatça anladım; çevirmene ve Heidegger’e olan öfkem hemen geçiverdi.

Ama bir yandan da şundan eminim; hem varoluş felsefesiyle ilgili diğer konuları hem de sanat eserinin kökenini bizim gibi dümdüz insanlara anlatmanın mutlaka daha anlaşılır, bakın kolay demiyorum, bir yolu var ve Heidegger maalesef bizi bundan mahrum bırakıyor. Çeviren Türk felsefe hocaları da bizim anlamamız için bir uğraş vermiyor. Kulağı tırmalayan Türkçe kelimeler uydurarak Alman Türkçesi gibi bir garabet yaratıyorlar.

Bu yazının asıl konusu okuduğumuz kitapları daha iyi anlamak, okuduklarımızı unutmamak için birbirimizle konuşmamız gerektiği; kitap kulüplerinin ne de güzel şeyler olduğu idi. Ama sanırım oraya çok yoğunlaşamadım. Aslında ne Heidegger’e ne Sanat Eserinin Kökeni’ne ne felsefe çevirilerindeki dilin çirkinliğine yeterince odaklanabildim. Çünkü aylardır süren beyin sisi ile mücadele ediyorum. Çünkü perimenopoz… Çünkü hormonlarımın allak bullak oluşu… Bunu da sonra anlatırım.

Bu kitabı okurken çok alakasız bir biçimde sıklıkla Manic Street Preachers dinledim. Hiç bıkmıyorum kendilerinden ve Ocean’s Spray’den.