Oburluk Çağı

Daha önce çok dert yandığım felsefe kitaplarının ve çevirilerinin anlaşılması zor dilinden sonra Yıldız Silier’in (Kendisi Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü mezunu iken felsefeye kaymış, Boğaziçi Üniversitesinde öğretim üyesiyken iki yıl önce görevinden alınmış bir hocamız.) Oburluk Çağı kitabını okumaya doyamadım. Yıldız Hoca’yı tanıyan çoktur belki ama ben yeni tanıştım. Videolarında izlediğimde de tıpkı yazılarındaki gibi çok rahatça ve anlaşılır bir şekilde özgürlük yanılsamalarını, sonu gelmeyen tüketim isteğimizi, yabancılaşmamızı tane tane anlatıyordu. Oburluk Çağı; netliğe yakın bir sadelikte, modern insanın bazen gerçek bazen yanılsama dertlerine dair büyük felsefecilerden yola çıkarak yaptığı tespitleriyle Heidegger okuduktan sonra premenopozun sıcak basmaları sırasında yüzüme yüzüme vuran deniz esintisi gibiydi.

Kitabın ilk bölümünde “hayatın anlamı ve kendini kandırma” üzerine. İkinci bölüm “mutluluk fetişizmi”ni Aristoteles ve Kant’ın mutluluk tanımlarından başlatarak tüketim toplumunun mutluluktan ne anladığıyla devam ediyor. Üçüncü bölüm ahlak üzerine bir diyalog: Birinci sahne 21. yüzyılda üç üniversite öğrencisinin (hırslı, bunalım ve felsefe öğrencisi) karşılıklı konuşmaları şeklinde ilerliyor. Daha sonraki sahnede Kant, Sartre, J. S. Mill, Marx, Nietzsche arasındaki ahlak ve özgürlük hakkındaki diyalogu okuyoruz. Dördüncü bölüm, süreklilikler ve kırılmalar; beşinci bölüm, yabancılaşma ve sahicilik; altıncı bölüm, öznelliğin kuruluşunda anneliğin rolü; yedinci bölüm, tanrıçalıktan paryalığa kadınlık halleri; sekizinci ve son bölüm, oburluk çağı: sıkıntıdan kaçarken.

Terry Eagleton, Hayatın Anlamı adlı kitabında hayatın anlamını arama ve kendini kandırma temalarını bir araya getiren şu soruyu okuyucuya soruyor: Ya hayatın anlamı bilmek istemeyeceğimiz kadar korkunçsa? Belki de yaşamımızı sürdürmemizin koşulu, bu anlamı bilmemektir ve Nietzsche’nin iddia ettiği gibi yaşamak için bizi teselli eden yanılsamalara inanmamız gerekiyordur. Hayatın anlamı sorusunun çözümsüzlüğüne ve insanlık durumunun kırılganlığına dair en canlı tasvirleri trajedilerde bulmamız tesadüf olmasa gerek.

Tüketim toplumunun gelişmesiyle birlikte “mutluluk” reklamların başat unsuru olarak odağa yerleşir. Bütün sınıflı toplumlarda sistemin yeniden üretilmesinde önemli bir rol oynayan aile de özü korunarak yeniden kutsanır. Reklamlardaki “mutlu kadın” simgesi, x marka deodoranı, y marka şampuanı, z marka aletle sahip olduğu pürüzsüz bacakları, “light” ürünler sayesinde elde ettiği ince vücudu ve bunu teşhir eden markalı giysileriyle “doğru erkeği” önce baştan çıkarır ve sonra da filan deterjan sayesinde bembeyaz yaptığı çamaşırlarıyla, falan yağları kullandığı, güzel yemekleriyle iyi bir eş ve anne olarak mutluluğa kavuşur. “Çocuk da yapar kariyer de” her şeye birden sahip olabilir. “Güzelliği” sayesinde mutlu olmayı hak eder.

İşte hayalleri medya tarafından biçimlendirilmiş, karnı tok olsa bile ruhu aç ve gözü doymamış bu insanların en duymak istediği şey ne olabilir? “Mutluluğun anahtarı tümüyle sizin elinizde, yeter ki isteyin ve pozitif düşünün.”

Kendini reklamların ve “istediğinde ve pozitif düşündüğünde” her şeye ve en çok da mutluluğa kavuşacağına inandırılan tüketim insanı; gönüllü olarak çıktığı bu yolda hem parasal hem ruhsal her cephede yaşadığı “tükenmişliklerle” yola devam eder. Siz tükenirken ve ezilirken de kredi kartı borçlarınıza yetişmeye çalışan maaşınızla, girdiğiniz kısır döngü sayesinde sistem yeniden yeniden üretilir. Sonuç olarak da kendi içsel yolculuğunu başkalarından kopyalayıp kaydettiği iç seslerle, kendi düşüncesi zannettiği ama etrafını saran kakafoniyle dolu kazan gibi olmuş bir kafayla (kafam kazan gibi oldu annemin tabiri :) ) şaşırmış bir vaziyette kalakalır. Yaşadığı şaşırmışlığı ve tükenmişliği; Secret gibi NLP kitaplarıyla ve içinde aynı zamanda hep bir suçluluk duygusu içeren “olumlu düşünmenin” gücüyle aşmaya çalışarak “bir daha dene bir daha yenil daha büyük yenil”in en üst mertebesine yükselir.

..Artık eşitlikçi bir toplumda ne köleler ne efendiler var; şimdiki ayrım sürü ile istisnai bireyler arasında. Sürü, zayıf karakterli bireylerden oluşuyor ve çoğunluğun fikrini sorgulamadan doğrudan kabul ediyor. Oysa senin ve benim gibi istisnai bireyler, yozlaşmış egemen ahlaka (farklı nedenlerle de olsa) karşı çıkıp yeni değerler yaratma peşindeyiz.

Nietzsche’ye göre günümüzde “köle ahlakı” tarafından yönetiliyoruz ve efendiler aslında eziliyor. Burada iki düşünürün de demokrasi kavramını farklı biçimlerde eleştirdiğini görüyoruz. Marx’a göre kapitalist iktisadi sistem sürdükçe herkes oy verme hakkına sahip olsa bile bu, halkın egemen olmasına yetmez. Oysa Nietzsche’ye göre modern toplumdaki demokrasi, halkın yani sürünün egemenliği anlamına geldiği için kötüdür. Nietzsche demokrasi, eşitlikçilik ve sosyalizme ateş püskürür.

… Wood muğlak “küreselleşme” sözü yerine “kapitalizmin evrenselleşmesi” demeyi tercih eder.

..Kapitalizmin içsel mantığının uygulanabilmesi için ulus devletlere ihtiyaç vardır. Devlet yasal düzenlemelerle (mesela kentsel dönüşüm kanunları, telekomünikasyon, enerji ve ulaşımda yapısal reformlar vs.) içerdeki muhalefetin bastırılması için polis gücünü, iktisadi çıkarları güvenceye almak için orduyu, sosyal hakları talep edenleri engellemek için de mülkiyetin ayrıcalıklarını savunan mahkemeleri kullandığı, aslında mülksüzlere karşı mülk sahiplerinin yanında olduğu halde tarafsızmış gibi görünmeyi başarır. Ulus devletler vatandaşlarının gözünde sanki kendi hükümetlerini seçip kendi kaderlerini belirleyebiliyorlarmış yanılsamasını yaratırken gerekli altyapıyı hazırlayarak çok uluslu şirketlerin gücünü pekiştirirler.

Serbest piyasa koşullarında, işçi ve işveren arasında özgür iradeyle yapılmış bir sözleşmeye dayalı ilişkinin aslında işçinin ürettiği artı değerin işveren tarafından sömürüsüne dayalı olduğunu ortaya koyan Marx, üretim alanındaki sömürüyü görünür kılmıştır. Feministler de evlilik kurumu iki insanın özgür iradesine dayansa bile aslında kadının ev içi emeğinin karşılığını alamadığını vurgulayarak insan gücünün yeniden üretimi alanındaki sömürüyü açığa çıkardılar.

…mesele sanki tamamen özel bir konuymuş gibi algılanır; sanki kadınlar açısından bu, uysal ve şefkatli kadın doğasına uygun bir sevgi işinden ibarettir. Böylece kapitalist insan doğası kuramı, kadınların yoksulluğunu yüceltir ve över, ücretsiz köleliğimizi gizler. Fakat nasıl ki, ücretli çalışanların yaptığı iş zorunlu işse; nasıl ki bu iş yüzünden öğrenmeye, keşfetmeye, yaratmaya ve yeteneklerini geliştirmeye fırsatları kalmıyorsa, emek gücünü ücret almadan üretenler de zorunlu iş yapmakta, kendilerine ait zamandan ve olanaklardan yoksul bırakılmaktadırlar.

Ne tüketeceğimizi seçmenin, kendi zevklerimizi belirleyerek, kimliğimizi özgürce oluşturmak olduğunu sanıyoruz. Oysa tüketimin amacı sürekli yeni arzular ve tatminsizlikler yaratmak olduğu için sahip olduğumuz şeyler çok kısa bir süre için bize haz veriyor; hep yeni oyuncak isteyen şımarık çocuklar gibi son moda ıvır zıvırın peşinde dolaşıp vakit öldürüyoruz.

Son dönemde Tchaikovsky’nin “Mevsimler” i eşliğinde kitap okudum. Özellikle Haziran ve Ekim en sevdiklerim.