Akdeniz çevresindeki ülkelerin mekan olarak seçildiği romanlara karşı bir zaafım var. İskenderiye Dörtlüsü beni bu konuda kendine hayran bırakan bir roman serisiydi. Olaylar İngiliz etkisindeki dönemde İskenderiye’de geçiyordu. Şehrin kıvrımlarında oradan oraya sürüklenirken aslında Justine, Balthazar, Mountolive ve Clea’nın zihninin ve duygularının kıvrımlarında geziniyordunuz. Romanın enteresan kahramanları, her ciltte olayların başka bir kahraman tarafından anlatılışı beni etkilemişti. Ama yıllar sonra baktığımda olayların geçtiği coğrafyanın anlatımı, asıl beni etkileyen şeydi.

İskenderiye Dörtlüsü’nün verdiği gazla Lawrence Durrell’la ilgili gördüğüm, bulduğum her şeyi okudum. Avignon Beşlisi bir hayal kırıklığıydı ve beş kitabı tamamlamadan bıraktım.

Karanlık Labirent okuduklarım içinde daha farklı bir etki bırakmıştı bende. Hem Yunan mitolojisi hem Akdeniz bir aradaydı bu kez. Girit Adasını gezmeye gelen bir turist kafilesinin adada, bir kayaya oyulmuş labirentte kayboluşunu anlatıyordu. Tarihte Girit kralı Minos’un yaptırdığı Knossos Sarayı da labirent şeklindedir ve efsanede Theseus‘un öldürdüğü canavar Minotaur’un bulunduğu labirent de burasıdır. Birbirinden çok farklı roman kahramanlarının bir labirentte sıkışıp kalmaları gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa toplumlarının sıkışmışlığını, doğu ve batı arasında sıkışıp kalan Girit Adası üzerinden anlatması, mekanın insan ruhu üzerindeki hissiyatının, zamanlar değişse de, aynı kalabileceğini gösteren güzel bir romandı.

En son geçen günlerde Afrodit’in Başkaldırısını okudum. Bir kere Lawrence Durrell romanlarında pek sıkılmak söz konusu değil; sürekli bir aksiyon, sürekli bir uçtum kaçtım işler, gizemli , yer yer mistik ve fantastik olaylar, abartılı karakterlere sahip kahramanlarla maceradan maceraya sürüklenirsiniz. Afrodit’in Başkaldırısı Atina, İstanbul, Londra üçgeninde, her konuya hakim büyük bir firmanın mucitlerinden Felix’in yaşamı üzerinden yaşanan entrikalar ve olaylarla dolu bir roman. Diğer romanlarının yanında daha aşağı bir yere konumlandırmak zorunda kaldım onu. Sürükleyici ve merak duygusunu sürekli canlı tutan ve benim için sadece bu açıdan okunabilecek bir romandı. Bu sıcak iki bin yirmi sonbaharında, yoğunlaşan işler ve pandemi gerginliği içindeyken bu kitap görevini başarıyla tamamladı.

Bunca kitabını okuduktan sonra Lawrence Durrell’ın bende bıraktığı hisse baktığımda mekan ve insan arasındaki bağı, etkileşimi, kader ortaklığını vurgulaması ve bunu da en sevdiğim coğrafyada, Akdeniz’de yapabilmiş olması onun romanlarını benim için çok özel kılıyor. Fakat özellikle Afrodit’in Başkaldırısında Türkleri hem fiziksel hem de karakter olarak çok çirkin, çok geri bir ırk olarak anlatması onunla ilgili bir hayal kırıklığı oldu. Bunu daha önce okuduğum farklı kitaplarında da fark etmiştim, fakat bu romanda çok daha ileri düzeyde ele almıştı. Lawrence Durrell’ın iyi bir yazar, şair olması doğu toplumlarına oryantalist bir Batılı gözüyle bakmasına engel olamamıştı maalesef.

Kıbrıs’ın Acı Limonları, Durrell’ın Kıbrıs’ta yaşadığı dönemde Türkler ve Rumlar arasında geçirdiği günlerin anılarından oluşan bir kitap. Rumların milliyetçiliğini, İngilizler’in Adadaki varlığından ne kadar rahatsız olduklarını gözlemlemiş ve bunları kitabında anlatmıştı.

Lawrence Durrell, hayatının büyük bir bölümünü Yunanistan, Mısır, Kıbrıs’ta geçirmiş, Hindistan doğumlu bir İngiliz. Onun bir İngiliz MI5 ajanı olduğu dedikodusu da çok. Bu bölgelerin İngiliz yönetiminde olduğu dönemlerde o ülkelerde ataşelik gibi devlet işlerini yürütmüş olması ve bu bölgelerle ilgili pek çok ayrıntıya hakim olması yazarlığını kuvvetlendirdiği gibi ajanlık ihtimalini de açıkçası epey kuvvetlendiriyor. Yaşanan tarihi dönem ve politik atmosfer de bunu makul kılıyor.

Tüm bunlara ek olarak uzun zamandan beri izlemek istediğim, Lawrence Durrell’ın ailesiyle Corfu’da yaşadıkları dört yılı anlatan bir TV dizisi var: The Durrells in Corfu. Çok keyif alarak izliyorum son günlerde. 2016-2019 arasında yayınlanmış dört sezonluk bir dizi. Dizinin senaryosu Lawrence Durrell’ın kardeşi Gerald Durrell’ın Corfu Trilogy’si temel alınarak yazılmış.

Bu kadar Lawrence Durrell açıklamasından sonra çok sevdiğim iki sözünü buraya bırakıyorum:

‘Deli olarak doğarız. Sonra ahlak ediniriz; durgunlaşıp aptallaşır ve mutsuz oluruz. Sonra da ölürüz.’

‘Kendi seçtiğimiz yalanlar üzerine kurulu hayatlar yaşıyoruz.’

Yazının son eşlikçisi de bu şarkı oldu:

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s