Son üç yıldır okuduğum beş kitaptan bir tanesi Julian Barnes’a ait. İlginç bir konu ve anlatım çeşitliliği olduğu halde herhangi bir kitabı birkaç sayfa okuyunca kitabın ona ait olup olmadığını hemen anlamanız mümkün.

On Buçuk Bölümde Dünya Tarihi adlı öykü kitabında Nuh Tufanı’nı tahta kurularının gözünden anlatırken ya da Seni Sevmiyorum ve Aşk Vesaire’deki kahramanların yaşamlarını hikaye ederken aynı durumun insanların bakış açılarına göre nasıl farklı yorumlandığını fark ediyorsunuz. Konumunuzu değiştirince nasıl farklı şeyler görebildiğinizle çok ilgili bir yazar Barnes.

Dimitri Shostakovich’in Sovyet Rusya’da yaptığı besteler ve devlet yönetimi ile yaşadığı sıkıntıları anlattığı Zamanın Gürültüsü romanı ile hayatıma giren Barnes, ölüm üzerine yazdığı yarı otobiyografik kitabı Korkulacak Bir Şey Yok ile devam ediyor.

Barnes annesinin ölümüyle başlıyor. Babası, Montaigne, Stendhal, Renard, Ravel, Shostakovich gibi pek çok yazar, besteci ve filozofun ölümleri, ölüm düşünceleri üzerinden gidiyor. Ölüme dair hiçbir açıklamanın kendisini ikna etmediğini, kişisel yaşamlar ve ölümler üzerinden gidilen ilginç bir son deneyimi anlatıyor. Stendhal sendromu olarak yaygınlaşan Stendhal’in kilise kubbesini seyrederken geçirdiği baygınlığın aslında bir sanat eseriyle cezbeye kapılıp kendini kaybetme olmadığını; Stendhal’in notlarında o gün çok yorgun olduğunu, yeni çizmelerinin ayaklarını nasıl sıktığı ve acıttığını, kafasını uzun bir süre kubbeye kaldırıp bakmaktan ve biraz açlığın da etkisiyle yaşanan bir baygınlık olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu söylüyor kitabın bir bölümünde. Aslında Barnes ölümün, ölüm sürecinin ve hayata dair pek çok şeyin sadece kutsallıkla ya da bilinmezcilikle izah edilmesini, bunlara dair oluşturulan mitleri yutmadığını, ikna olamadığını ve akla yatkın bir kanıt aradığını anlatmaya çalışıyor kitap boyunca. Tabi ki ölüm düşüncesini Tanrı, inançlar, ateizm, toplumsal bir güç olarak din düşüncesiyle genişleterek sürdürüyor.

Ölümle yüz yüze geldiğim ve Nilgün’ün yoğun bakıma kaldırılmasından ölümüne kadar olanki süreçte bu kitabı okuyor olmam benim için hem üzücü hem de boğucu bir tesadüftü. Bu yıl yaşadığım bazı kayıpların sıradanlığı ile bazısının kabul edilemezliği arasında sıkışıp bol bol hayatı ve ölümü sorguladığım, insan hayatının topyekun anlamsızlığı içinde kendi içime çekildiğim bir sürece girmeme sebep oldu. Yaşamın bazen güzelliklerle bazen de hoyratça ilerlediği ve bunların üst üste birikip bir kısmını silikleştirdiği yaşa bağlı bir deneyimdi belki bu.

Bunların yanında benim için en özel Julian Barnes kitabı sanırım, henüz okumadıklarımı hesaba katarsam, Bir Son Duygusu olmalı. Çok uzak geçmişte yaşanmış, bitmiş, etkileri silinmiş şeylerin kırk yıl sonra bambaşka bir şekilde nasıl karşımıza çıkabileceği, yahut herkesin hayatı kendi açısından nasıl bambaşka yaşayıp yorumladığı ve bugünden geçmişe doğru yaptığımız yaklaşımların nasıl başkalaştığı gerçeğini tekrar tekrar hatırlatıyor.

Not: Bu yazıyı uzun zaman önce yazdım, Benimle Tanışmadan Önce’yi okudum o arada. Zevk vermeyen tek kitabı oldu bu da.

“İnsan birisiyle yaşadıkça yavaş yavaş birlikte yaşadığı kişileri mutlu kılma gücünü yitiriyor, ama buna karşılık onları kırma kapasitesi hiç azalmadan kalıyor. Tabii, tersi de geçerli bunun.”

Seni Sevmiyorum

Korkulacak Bir Şey Yok” üzerine bir yorum

  1. Hayattaki tüm gerçekler durduğumuz yere göre değişiyor, ölüm sizin için geliyorsa farklı, sevdikleriniz için geliyorsa farklı, hiç tanımadığınız insanlar için geliyorsa farklı hisler, farklı düşünceler.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s