Ömrümün en uzun kışını geçiriyorum. Günler, haftalar kendi içlerinde ayrı günlere, haftalara hatta yıllara bölünüyor sanki. Uzuyor, yoğunlaşıyor, bir jöle içinde kıvranarak yaşıyorum çoğu zaman. Daha önceden öğrendiğim zamanı geçirebilme yolları işe yaramıyor artık. Başkalarına bakıyorum, kopyalıyorum, deniyorum. Olmuyor. Biraz daha yeşile bakıyorum, ingiliz sarmaşığının, daha ne kadar irileşeceğini merak ettiğim monsteranın yapraklarının yeşiline. Bunların yanında hayatın akış hızı ve yapmam gerekenlerle doluveriyor etraf. Zamanın hızına yetişmek gibi bir isteğim yok. Yetiştiğim çok zamanlar oldu, sonu yine belirsizlik ve hoyratlık.
Eski kitapların olduğu kutuları karıştırdım. Bir süre kurgu okumak istemiyorum dedikten sonra okuduğum kurgu olmayanlar çok zaman kaybıydı… Baumann’ın Sosyolojik Düşünmek’i dışında. O kadar merak ediyorum ki bu kadar manasızca yüzlerce sayfa nasıl yazılabiliyor. Belki para kazanma motivasyonu yaptırıyordur insana bunu. Olabilir, çok insanca.
Miguel de Unamuno’nun Sis kitabı geçiyor elime. Seviniyorum, çünkü Unomuno’ya ikinci bir şans vermem gerektiğini biliyorum. Daha önce Üç Örnek Öykü ve Bir Önsöz’den pek keyif aldığımı söyleyemem. Kitaplara, yemeklere ve insanlara ikinci bir şans vermekten yanayım hep. Sis fena gitmiyor. Seviniyorum.
Kış bitmiyor, hava kapalı, karanlık sabahlara uyanmaya devam ediyorum tüm isteksizliğimle. Ama gün bir şekilde başlayınca hayat, kendisini sevdirmek için sırnaşan küçük bir kız çocuğu oluyor.
Yeni çıkanlar listesinden medet umuyorum, fena gitmiyor, müzik dünyası çalışıyor, yeni albümler çıkıyor, konserler planlanıyor, biletleri hızla tükeniyor. Müzik dünyası dışında haberler hep kötü. Kulaklarımı, gözlerimi kapatıyorum, hayır olmuyor, bir yerlerden bir çatlak bulup sızıyor bu çirkin gündem. Sızdığı yeri silip bantlıyorum, bir süre daha idare eder, biliyorum.